top of page
Beyaz dağın eteğinde yerleşti,
Beyaz denizin kıyısında.
Onun bir oğlu vardı:
Ak çaldar adlı Altın Surum,
Bir de hizmetkârı vardı:
Ak konur adlı Ak-Sait.
Boro çokur Borozı kaan
Tüm halkını bilmiyordu,
Yiğitlerini de bilmiyordu;
Süt gölünün kıyılarında,
“Sürün” dağının yamaçlarında
Gençlik yıllarını geçirdi.
Orta yaşlara girince, karısı
Kan Orokon’a şöyle dedi:
“Bana dokuz yıla yetecek yiyecek pişir,
Bana dokuz yıla yetecek ayakkabı dik,
Süt beyaz gölün kıyısında yaşayan,
Kuyruğu altı sajen uzun olan
Kurt kaanı⁴ yenmek istiyorum.
Onun işini bitirmek istiyorum!”
Ve dokuz yıllık ava çıktı.
Borozı kaan ava çıktıktan sonra,
Oğlu Ak çaldar adlı
Altın Surum,
Ak konur adlı Ak-Sait’a der ki:
“Babam, herhâlde bizi evlendirmeyecek,
Oysa biz artık büyüdük.
Haydi şimdi kendimiz
Kendimize eş arayalım.”
Ak konur adlı Ak-Sait şöyle cevap verir:
“Kağanım evde yokken
Biz nasıl evden gideriz?
Biz gidersek
Halkı kim yönetecek,
Halk vergiyi kime ödeyecek?”
O zaman Ak çaldar adlı Altın Surum
Geniş eyer örtülü bir potnik attı atına,
Dökme demir eyeri vurdu,
Altmış kayışı sıkıca gerdi,
Göğüslük ve kayışları taktı,
Bindi ve yola çıktı.
Kendi akan sularını aştı,
Kendi beyaz dağlarını geçti,
Kendine eş aramaya gitti.
Ne insan gördü
Ne yiğit gördü.
Gitti gitti,
“olorçok” denilen ormana vardı.
Altın Surum kendi kendine dedi:
“Bu ormana girmek gerek,
Orada kendime eş arayayım.”
Altın Surum karanlık ormanda giderken,
Altın kürklü,
Altın yakalı,
Beyaz kırata binen
Altın Kazır adlı bir yiğitle karşılaştı.
Altın Kazır, Altın Surum’a sorar:
“Böyle bitkin ve yorgun
Nereye gidiyorsun?”
Ve ona der ki:
“Gel, bir çukura inelim;
Orada seni, açsan doyururum,
Zayıfsan tok ederim,
Kazanda sana yemek pişiririm.”
Ak çaldar adlı Altın Surum
Atının üstünde oturdu
Ve ona tek söz etmedi.
Ak pos adlı Altın Kazır
Çakmağını vurdu,
Ateş çıkardı,
Kazanı çıkardı,
Av eti pişirdi
Ve Altın Surum’u ağırlamaya başladı.
Altın Surum aç ve yorgundu;
Atına bindi ve yoluna devam etti,
Altın Kazır’la
Vedalaşmadan bile.
Altın Kazır, Altın Surum’un ardından dedi:
“Ah, sen babanın
Bir bacağı bile etmezsin!”
Altın Surum yoluna devam eder.
Birden, karanlık ormanın ortasında
Bir kulübe görür:
İnsan yüreği gibi,
Bacasından duman çıkar
İnsan nefesi gibi.
Altın Surum atını bağlamak istedi,
Ama bağlanacak kazık yoktu.
Dizgini eyerin kaşına doladı, atı bıraktı,
Kendisi kulübeye girdi.
Kulübede yerde yatan bir kocakarı gördü:
Sağ kulağıyla
Üç kat örtünmüş,
Sol kulağını üç kıvrım yapıp
Yastık yerine koymuştu.
Altın Surum’u görünce
Kocakarı yerinden kalktı,
Sağ kulağıyla giyindi,
Sol kulağıyla kuşandı,
Kulağın ucunu kuşağın altına sıkıştırdı ve sordu:
“Uzağa mı gidiyorsun, yakına mı?
Bana iyi niyetle mi girdin,
Yoksa kötü niyetle mi?”
Altın Surum cevap verdi:
“Uzağa da gitmiyorum,
Kötü niyetle de değilim,
Yanına uğradım.
İyi niyetle uğradım.
Ben yolunu şaşırmış bir insanım,
Kendime bir gelin arıyorum.
Bana öyle bir gelin göster ki
Temiz ve güzel olsun.
Sen her şeyi bilirsin:
Geçmediğin dağ yok,
Aşmadığın ırmak yok,
Bilmediğin insan yok,
Karşılaşmadığın kişi yok.
Senin gösterdiğin gelinle evlenirsem,
Sonra seni temiz bir baytal ile ağırlarım¹.”
Kocakarı dedi ki:
“Oğlum, ben hiçbir yere gitmem,
Hiçbir yerde bulunmam;
Sana uygun gelin de bilmem.
Benden büyük bir ablam var;
Bu ormanın daha da derininde yaşar.
Şu dar kara yoldan ona git;
Belki o sana gelin gösterir.”
Altın Surum atına bindi,
Dar yoldan gitti,
Karanlık ormanda uzun süre yol aldı.
Birden karanlık ormanın ortasında
İlkinden daha büyük bir kulübe gördü.
Dumanı daha kuvvetli çıkıyordu
İlk kulübenin bacasından çıkan dumandan.
Hiç yerde at bağlama kazığı görünmüyor,
Atı bağlayacak yer yoktu.
Altın Surum atından indi,
Dizgini eyerin kaşına doladı,
Kendisi kulübeye girdi.
Bakıyor: yerde yatan bir kocakarı var,
İlkinden daha da korkunç.
Sağ kulağıyla beş kat giyinmiş,
Başının altında yastık yerine
Beş kıvrım yapılmış sol kulağı duruyordu.
Bu kocakarının yüzü ilkinden daha iri,
Gözleri daha büyüktü.
Altın Surum’u görünce
Kocakarı ayağa kalktı,
Sağ kulağıyla giyindi,
Sol kulağıyla kuşandı; kulağın ucunu
Ön tarafa sarkıttı,
Önlük yerine, ve Altın Surum’a sordu:
“Uzağa mı gidiyorsun, yakına mı?
İyi niyetle mi geldin,
Kötü niyetle mi?”
Altın Surum cevap verdi:
“Teyzeciğim, kötü niyetle değil,
İyi niyetle geldim:
Derler ki senin geçmediğin ırmak yok,
Aşmadığın dağ yok,
Bilmediğin halk yok,
Tanımadığın insan yok.
Teyzeciğim, benim için bir gelin bilmez misin?
Güzel ve temiz bir gelin...
Ben bunun için geldim.”
Kocakarı yerinden kalktı
Ve telaşlandı:
Sofra kurdu, yiyecek koydu,
Altın Surum’u ağırlamaya başladı.
Yüksek sesle kahkaha atıp şöyle dedi:
“Ah Tanrım, yavrum, doğru;
Benim geçmediğim ırmak yok,
Aşmadığım dağ yok,
Bilmediğim halk yok.
Sen şu kara yoldan git;
Kağan-Kız’ın ülkesine¹ varırsın.”
Altın Surum atına bindi,
Kara yoldan gitti
Ve Kağan-Kız’ın ülkesine vardı.
Onun sarayının önünde, kazığa bağlı
Kırçıl bir at duruyordu.
Bu at,
Kötü ruh Yekka’nın² yeğeni
Yel Monus’a aitti
(el – rüzgâr, monus – dev).
Yel Monus, Kağan-Kız’ı kendine istemişti.
Kağan-Kız onunla evlenmek istemiyordu.
Üzüntüsünden eski bir kürk giydi
Ve toprağa batmaya başladı.
Artık beline kadar toprağa inmişti.
Tam o sırada
Altın Surum ona yaklaştı.
Kağan-Kız onu sevinçle karşıladı
Ve şöyle dedi:
“İşte geldi benim nişanlım;
Seni bana gök gönderdi,
Ulgənim¹ bana seni vaat etti!”
Altın Surum
Çelik kılıcını çekti
Ve büyük bir gürültüyle
Sarayın içine girdi.
Kağan-Kız’ı isteyen
Yel Monus
Toprağın altına sıçrayıp girdi.
Altın Surum aceleyle dışarı çıktı,
Yel Monus’un kırçıl atını parçalamak için.
Öfkeli Altın Surum
Atı yırtmak istedi,
Bez yırtar gibi,
Kırçılı doğramak istedi,
Et doğrar gibi.
Ama kırçıl, dizgini koparmayı başardı,
Toprağı yarıp gözden kayboldu.
Bundan sonra
Altın Surum ile Kağan-Kız
Düğüne hazırlanmaya başladılar.
Uzak konukları çağırmak için
Atlılar gönderdiler,
Yakın konuklar için yaya gönderdiler.
Üç baytal kestiler,
Bütün halkı topladılar
Ve düğün yaptılar.
Altı ay içtiler,
Yedi yıl eğlendiler.
Altın Surum, içki içip
Çok sarhoş oldu.
Kağan-Kız’a dedi ki:
“Biraz uyumak istiyorum.”
Kağan-Kız onu, göl gibi bir döşeğe yatırdı,
Başının altına yastık koydu,
Altın Surum ağır uykuya daldı.
Bu sırada dokuz göğün ardından,
Dokuz çayırın ardından,
Omuz genişliği iki sajen olan,
Gözleri arası iki arşın,
Başı büyük bir çan gibi olan
“Aytolo” adlı bir yiğit geldi.
Aytolo saraya girdi,
Kağan-Kız’ı yakaladı,
Onu koynuna soktu
Ve evine doğru yola çıktı.
Altın Surum ise o sırada derin uykudaydı.
Dokuz yıl uyudu,
Yiğitçe uyanmaz bir uykuya.
Evde, Borozı Kaan’ın ülkesinde
Ak-Sait halkı yönetiyordu.
O, kağanı Borozı Kaan ve onun oğlu Altın Surum için
Çok kaygılanıyordu.
“Hükmeden kağanım,
Buyuran başkanım,
Boro çokur adlı Borozı-Kaan
Ava çıkalı dokuz yıl oldu.
Altın Surum gideli,
Başkanın oğlu, başkanım,
Kağanın oğlu, kağanım
Altı yıl oldu.”
Ak-Sait, Borozı Kaan’ın karısı Kan Orokon’dan,
Kağanı ya da oğlunu aramak için
İzin istemeye başladı.
Kan Orokon dedi ki:
“Borozı Kaan ömründe
Çok ekmek yedi,
Çok yıl yaşadı;
Artık onu aramaya değmez.
Sen, Ak-Sait, daha iyisi
Oğlum Altın Surum’u ara.”
Ak-Sait, Kan Orokon’u dinleyince
Atına geniş eyer örtülü potnik vurdu,
Altın eyerle eyerledi;
Bindi
Ve dörtnala ülkeden çıktı,
Altın Surum’u aramaya gitti.
Kağan-Kız’ın ülkesine ulaştı.
Atı daha da hızlandı,
Arka dişleriyle gemi ısırarak.
Kağan-Kız’ın altın saraylarının yanından geçerken
Ak-Sait atı durdurmak istedi,
Ama dizginleyemedi.
Göl gibi döşeğinde uyuyan
Altın Surum’un yanından geçerken,
Dokuz büyük öküzün derisinden örülmüş bir kamçıyla
Onun sırtına vurmayı başardı.
Sonra Ak-Sait’ın atı
Karanlık ormana koştu,
Başı büyük çan gibi olan,
Omuz genişliği iki sajen,
Göz arası iki arşın olan
Aytolo adlı yiğide (canavara) yetişti.
Aytolo koynunda Kağan-Kız’ı taşıyor
Ve ardından onun halkını ve sürülerini sürüklüyordu.
Aytolo’ya yetişen Ak-Sait
Onu kılıcıyla vurdu,
Kılıç kırıldı,
Sadece sapı kaldı.
Mızrakla dürtmeyi denedi,
Mızrak da kırıldı;
Ak-Sait’ın elinde
Yalnızca mızrağın sapı kaldı.
Aytolo acı hissetmedi,
Geriye bile bakmadı.
Ak-Sait geri döndü.
Kağan-Kız’ın ülkesine geldi.
Burada, başını kaşıyarak,
Kamçı darbesiyle uykudan uyanmış
Altın Surum,
Saçları dağılmış halde döşekte oturuyordu.
Darbeyle sırtı yanıyordu.
Kalktı ve altın saraylara girdi.
Saraylar bomboştu;
Yalnız yankı duyuluyordu.
Kağan-Kız’ın ülkesi talan edilmişti;
Ne vergi verenler vardı ne de sürü.
Gelen Ak-Sait,
Öfkeyle Altın Surum’a dedi ki:
“Babanın başı için mi,
Yoksa annenin göğsü için mi evlendin?
Evlendiğin karın Kağan-Kız’ı
Dokuz göğün ardında yaşayan
Aytolo adlı yiğit alıp götürdü.
Ona yetiştim
Ve sırtına kılıçla vurdum,
Ama kılıcım kırıldı,
Elimde yalnız sap kaldı.
Mızrakla dürttüm,
Mızrak kırıldı;
Yalnızca sap kaldı.
Aytolo acı duymadı,
Geriye bile bakmadı.”
Altın Surum her şeyi dinleyip dedi ki:
“Sen, Ak-Sait, eve dön,
Benim yerime orada kağanlık et,
Benim yerime orada başkanlık et;
Ben de Aytolo’nun peşine düşeceğim.”
Ak-Sait dinledi, eve döndü;
Altın Surum ise Aytolo’nun peşine düştü.
Karanlık ormanda gider,
Tuzlu bozkırlarda gider,
Bütün beyaz dünyayı dolaşır,
Sonra yine karanlık ormanda gider.
Karanlık ormanda Altın Surum
Nihayet Aytolo’ya yetişti.
Uzun süre güreşmeye hazırlanıp
Karşı karşıya durdular.
Uzun süre tutuşamadılar.
Nihayet tutuşup
Yaka uçlarından yakaladılar,
Omuz kemiklerinden kavradılar.
Güreştiklerinde,
Kıvrılarak akan ırmaklar
Çayırlara taşar,
Tuzlu bozkırları basar,
Yüksek doruklu dağları
Tümsek gibi iterlerdi;
Keskin doruklu dağları
Düzleştirirlerdi;
Büyük taşları kuma çevirip
Toz gibi savururlardı;
Kumlar da toz gibi dağılırdı.
Altın Surum’la güreşirken Aytolo
Ayaklarından zayıflamaya başladı,
Dört ayak üstünde sürünmeye başladı.
Aytolo canavarını yenerken
Altın Surum dedi ki:
“Süslü kürkünü giy,
Son sözünü söyle!
Öte dünyaya varınca da
Kendin için övücü söz söyleme.
Bir daha başkalarının eşlerini kaçırma!”
İşte o zaman Altın Surum Aytolo’yu göğe fırlattı
Ve onu kara taşa vurdu;
Aytolo’dan, köpeğin yalayacağı kadar kan bile kalmadı,
İneğin boynuzlayacağı bir kemik bile kalmadı.
Altın Surum Kağan-Kız’ı kurtardı
Ve onunla eve döndü.
Yolda bir darbeyle ata vurur,
Bir darbeyle Kağan-Kız’a vururdu.
Karanlık ormanda gider,
Düz bozkırda giderken,
Yanlışlıkla karısını
Ruhunun bulunduğu yere vurdu ve onu öldürdü.
Kağan-Kız’ın ruhu ondan ayrılıp
Islık ve çığlıkla uzaklaşmaya başladı.
Hiç ağlamamış Altın Surum ağladı,
Hiç kederlenmemiş kederlendi.
Altın Surum Kağan-Kız’ın ruhunun peşine düştü:
Karanlık orman, düz bozkır,
Dokuz göğün ardına, dokuz çayırın ardına...
Ve ardından bağırdı:
“Senden ayrılmayacağım,
Seninle birlikte gideceğim!”
Sarı zehirli denize kadar kovaladı,
Kıyıda durdu;
Kağan-Kız’ın “Sür”¹ diye haykırışı öte yakadan geliyordu.
Altın Surum geçit aradı:
Kütükle yüzerek geçmeyi düşündü,
Ama zehirli, yakıcı sudan
Kütük kül bırakmadan yandı.
Taşla geçmek istedi,
Taşı denize saldı;
Taş da kor bırakmadan yandı.
Denizi dolaşıp geçmenin sonu yoktu.
O sırada yanına
Ak-pos adlı¹ Altın Kazır geldi.
Altın Kazır, Altın Surum’a sorar:
“Buraya hangi iş için geldin?”
Altın Surum cevap verir:
“Karım yüzünden geldim:
Aytolo karımı kaçırdı.
Az önce onu kurtardım
Ve eve geri götürüyordum,
Ama yolda yanlışlıkla öldürdüm.
İşte bu denizin ardında ruhunun sesini duyuyorum,
Ona yetişmek istiyorum.”
Altın Kazır dedi ki:
“Vay, sende ne kadar da budalalık varmış;
Diri insan, ölü insanın
Ruhuna yetişmek istiyor!
Hiç duyulmamıştır ki diri insan
Ölüyle karşılaşsın!”
“En iyisi eve dönelim
Ve karının cesedini düzenleyelim:
Ormanda öldüyse
Onu temiz bir yere çıkaralım,
Taze otla örteriz,
Yırtıcı kuşlar gagalamasın,
Köpekler parçalayamasın.”
Altın Surum ile Altın Kazır
Eve döndüler.
Düz bozkırdan gittiler,
Karanlık ormandan gittiler.
Karanlık ormanda, gece gibi
Koyu karanlıkta, derin bir vadide
Kağan-Kız’ın bedeninin yattığını gördüler.
Onu temiz bir yere çıkardılar,
Ot ve çer çöp ile örttüler.
Altın Kazır, Altın Surum’a tembihledi:
“Bak! Bundan böyle, seni çağıran
Sesin peşinden gitme;
Eve dön.”
Biraz uzaklaşınca
Altın Surum arkasına baktı;
Altın Kazır ortadan kaybolmuştu.
Altın Surum eve döndü;
Gözlerinden, gölden akan dere gibi
Yaşlar akıyordu.
Tek başına kederle giderken
Birden bir ses işitti.
Bakındı ve gördü ki
Karısı Kağan-Kız onu kovalıyor.
Onu, yiğit değil de
Büyük bir hekim olan
Altın Kazır diriltmişti.
O, Borozı Kaan’ın yakın dostuydu;
Bu yüzden Kağan-Kız’ı diriltti
Ve Altın Surum’un ardından gönderdi.
Altın Kazır, Altın Surum’dan saklanmak için
Ota dönüştü;
Altın Surum yalnız kalınca
Kağan-Kız’ı diriltti.
Altın Surum karısını ata bindirdi,
Kendisi eyerin arkasına oturdu
Ve sevinçle eve doğru gitti.
Artık Kağan-Kız’ı kollayarak şöyle diyordu:
“Bak, bir daha düşme
Ve yine kendini öldürme.”
Kağan-Kız’ın ülkesine vardıklarında
Bir baytal kestiler, pişirdiler,
Azıcık halk topladılar,
Bir günlük düğün yaptılar.
Aydınlık tan atınca,
Parlak güneş doğunca,
Kağan-Kız dedi ki:
“Kız evi evinde yaşamazlar,
Koca evinde yaşarlar.”
Ve Altın Surum’un yurduna doğru yola çıktılar.
Altın Surum’un evine doğru
Azıcık sürü, azıcık halk sürdüler.
Borozı-Kaan’ın ülkesine varınca
Dokuz baytal kestiler,
Bütün halkı topladılar;
Altı baytal kestiler,
Bütün insanları çağırdılar;
Uzak konuklar için atlı gönderdiler,
Yakın konuklar için yaya gönderdiler;
Altı yıl içtiler, yedi yıl eğlendiler.
Yalnız Ak-Sait eğlenemiyordu;
Her yerde kederle dolaşıp ağlıyordu.
Bunu Altın Surum fark etti
Ve yüksek sesle onunla alay ederek dedi ki:
“Sana doğru söylemedim mi:
Birlikte gidip evlenelim;
Şimdi sen de evli olurdun.”
Sonra onu başkalarına gösterip:
“Bakın insanlar, nasıl da beni kıskanıyor!” derdi.
Kendi ise yine geriye yaslanır
Ve ona yüksek sesle gülerdi.
Ak-Sait cevap verdi:
“Hayır, sana kıskanmıyorum;
Beni büyüten kağanıma üzülüyorum:
Ben parmak kadar küçücükken
O beni besleyip büyüttü;
Bu yüzden ağlıyorum!”
“O gittiğinden beri
Çok, çok yıllar geçti
Ve ondan hiç haber yok.
Kağanım, başkanım evde olsaydı,
Ben de bu halk gibi sevinirdim.
Bu yüzden ağlıyorum.”
Kan Orokon dedi ki:
“Kağanına ve başkanına acıyorsan,
Git onu ara!”
Ak-Sait ister:
“Kağanımın yarışlarda giydiği kürkü¹ bana verin.”
Kan Orokon kürkü verdi.
Ak-Sait atına bindi
Ve aceleyle evden çıktı.
Gitti gitti;
Yolda atı ona dedi ki:
“Bak, iyi sahibim,
Öne gidiyorsun
Ama geri dönecek misin?”
Ak-Sait atı dinlemez, yoluna devam edip der:
“Hükmeden kağanım,
Buyuran başkanım
Beni besleyip büyüttü;
Ben onu aramalıyım.”
Ak konur at - onun atı - geri döndü.
Ak-Sait öfkelendi:
Deniz gibi kabardı,
Yüksek dağ gibi yükseldi;
Kamçısıyla atın buduna vurdu
Ve onu kemiğe kadar yardı.
Atın büyük ağzını kulaklarına kadar yırttı,
Atı çevirdi, ileri sürdü.
“Sut-ak kol” (süt beyaz göl) kıyısından,
“Sürün” dağının altından²
Kuyruğu dokuz sajen olan kurt kaanı çıktı.
Ak-Sait kurt kaanının peşine düştü.
Altay’ı altı kez dolanarak kovaladı,
Göğün temelinin çevresini dört kez döndü.
Kurt kaanı yeniden “Sut-ak kol”e ve
“Sürün” dağına geldi.
Ak-Sait’ın atı dedi ki:
“Bak, sahibim, daha keskin gözle bak:
Kurt, avuç içi kadar bir aynaya dönüşecek.
Sen de o aynayı yakalamaya yetiş;
Yakalamayı başarırsan
Sen galip olursun;
Başaramazsan,
Sen yenilirsin.
O zaman kurt seni mavi buza sürükler;
Öyle bir buz ki bütün yeri kaplar,
İnsanın gözü onu kavrayamaz.
Kurt ise yiğide dönüşür
Ve seni öldürür.”
Kurt kaanı, insan avucu kadar bir aynaya dönüştü.
Ak-Sait onu yakalamaya daha yeni davranmıştı ki
Ayna artık bir yiğide dönüşmüştü.
Ak-Sait yiğitle boğuştu.
O anda yer mavi buzla kaplanmaya başladı.
Ak-Sait ayaklarından zayıflamaya başladı;
Ellerini yere dayamak zorunda kaldı.
Ak-Sait’ın atı Ak-konyır-at
Çivi döven
Kan-Maske’ye (Kağan Çekiç) koştu.
“Ak konyır-at” Kan-Maske’ye dedi ki:
“Ölme vakti geldi; sen kurtarıcımız ol!
Yok olma vakti geldi; sen babamız ol!
Sahibimin bütün işleri durdu!”
“İşte yiğit atın gözleri yaşla doldu.
Her ayağıma otuz pudluk nal çak;
Toplam yüz yirmi pud olsun.”
Çivi döven Kan-Maske
Bir eline otuz pudluk çekici,
Öbür eline altmış pudluk örsü aldı,
Demirhaneye¹ koştu,
Ak-konyır-at’ın ayaklarına
Yüz yirmi pudluk nalları çaktı.
Ak-konyır-at, veda etmeden
Kan-Maske’den ayrıldı;
“Gerekli şeyi sonra konuşuruz,” dedi.
Mavi buza vardığında
Ak-Sait artık büsbütün takatsizdi.
Ayaklarıyla neredeyse dayanmıyor,
Daha çok elleriyle yere tutunuyordu.
Ak-konyır-at iki yiğidin çevresinde koşmaya başladı;
Yüz yirmi pudluk nallardan
Mavi buz kırılmaya başladı.
Ak-konyır-at daha hızlı koştukça
Buz daha çok kırılıp eriyordu.
Yer buzdan kurtuluyor,
Ak-Sait’ın gücü artıyordu.
Ak-Sait soluklandı, kendine geldi;
Yiğidi yakasından tuttu.
Bu sırada yer artık buzdan kurtulmuştu.
Ak-Sait bütün gücünü topladı,
Birden yiğidi göğsünden ve örgüsünden¹ tuttu,
Onu gök kaanına kadar kaldırıp dedi ki:
“Vasiyet sözlerini söyle,
Kefen kürkünü giy!
Öte dünyaya varınca
Benim hakkımda gereksiz, kötü söz söyleme;
Sen benim yüzümden değil,
Kendin yüzünden ölüyorsun.”
Yiğidi sivri taşa vurdu,
Onu dokuz parçaya ayırdı.
O anda gökten dokuz karga indi
Ve her biri bir parça kapıp
Kağan göğe uçtu.
Derken Borozı Kaan’ın atı koşup geldi;
Borozı Kaan’ın kendisi çoktan ölmüştü.
Atlar burun buruna koklaştı,
Yelelerini dişledi²,
Gözlerini yumup ağladılar:
Ak-Sait, Borozı-Kaan’ın atına sorar:
“Kağanımın kemikleri nerede yatıyor?”
Boro çokur at cevap verir:
“Borozı-Kaan’ın kemikleri
Sık ormanlı bir dağ boğazında yatıyor.”
Ak-Sait der ki: “Beni ona götür.”
Taşlı bir boğaza geldiler;
Orada Borozı Kaan’ın, etinden arınmış,
Beyazlayarak yatan kemikleri vardı.
Atı Ak-Sait’a dedi ki:
“Kemikleri eklem ekleme birleştir.”
Ak-Sait birleştirdi.
Boro çokur at burun deliklerinden bir kez püskürttü:
Kemikler yapıştı;
İkinci kez püskürttü:
Kemiklerin üzerine et bitti;
Üçüncü kez püskürttü:
Borozı Kaan doğruldu, oturdu ve konuşmaya başladı:
“Ey çocuklar, ben ölü müydüm,
Yoksa uzun süre mi uyudum?”
Borozı Kaan Ak-Sait’a sorar:
“Benim bir oğlum vardı; nerede o?
Beni aramaya neden o değil de sen geldin?”
Ak-Sait der ki:
“O evlendi ve düğününü yapmak için evde kaldı.
Ben ise seni aramaya geldim;
Eğer ölmüşsen kemiklerini gömmeye.”
bottom of page